28 Temmuz 2014 Pazartesi



Tiyatrocu olma isteğim ben daha çok küçükken başlamıştı. Bilirsiniz, tiyatrocu olmak güzeldir, hele kendi tiyatromu açacak kadar mesleğimde yükseleceğimi düşünmemiştim hiç. Sonucu her ne olursa olsun.

***

Süsleri ve balonları girişe asarken aklıma bu binayı ilk gördüğüm an geldi. Burada yapacağımız şeyler, sergileyeceğimiz oyunlar için nasıl heyecanlandığımı düşündüm.

Hazırlıklarda bana yardım etmesi için Jesse'i çağırdım ve hiç itiraz etmeden geldi. Ve sonra da organizasyon işlerinden iyi anladığını düşündüğüm, kostüm görevlisi olan Kate'i çağırdım. Üçümüzün bu işin üstesinden gelebileceğimizden emin bir şekilde görev dağılımını yaptım ve işe başladık.
"Birinci yıl dönümü ha? Vay canına, bu günleri göreceğimiz kimin aklına gelirdi.."
"Dalga geçme Jess, bunun benim için ne kadar önemli olduğunu bilmen gerekir.."
"Sadece şaka yapıyordum bebeğim, senin kadar ben de heyecanlıyım bunu unutma." Burnuma kondurduğu minik öpücük geri çekilmeme sebep olmuştu ve bunun sebebini anlayamayarak yüzüme baktığında ben çoktan yukarı çıkmak üzere merdivenlere yönelmiştim.

"Bir sorun mu var?"
"Hayır, sadece biraz gerginim, büyük bir gösteri olacak biliyorsun."
"Evet bebeğim, ben sadece yanında olmaya çalışıyorum, gel de sana bir sarılayım.."
Yapma..
"Ah, eksik olan ne biliyor musun? Havai fişekler! Şimdi gidip John'un doğum günü partisi için ayarladıklarından biraz alacağım. Siz de.. Diğer hazırlıkları falan yaparsınız işte."
"Peki, sen öyle diyorsan.."
Bunu söylediği zaman yüzünün aldığı ifade canımı yakmasına rağmen ona bakmamaya çalışarak arkamı dönüp çıktım.

Arabama bindiğimde ihtiyacım olan tek şeyin koca bir Jack Daniel's olduğunu düşündüm fakat büyük kutlama gerçekleşmeden mutlu olmam imkansızdı. Bu kutlama hayatımın dönüm noktası olacaktı ve Tanrım, sadece saatler kalmıştı.. Bunları düşündükten ve farkında olmadan yüzüme yerleşen gülümsemeden sonra aklımı sadece alacağım havai fişeklere ve John'un evde olup olmama ihtimaline vererek yoluma devam ettim.

Fena değil, hatta harika! Yedi havai fişek hiç de az değil bu büyük kutlama için. Tanrım, John, sen muhteşemsin! İçimi tekrar bir heyecan kapladı ve bir an önce akşam olmasını umarak arabama binip tiyatroya geri dönmeye koyuldum.

***

"Emin misin Jesse, anahtarlar sende mi?"
"Vic'in bir anda odaya dalıp dalmayacağını merak ediyorsan, sana bunun olmayacağının garantisini verebilirim. Şimdi biraz rahatla ve yanıma gel. Fazla zamanımız yok biliyorsun. Sadece seninle biraz zaman geçirmek istiyorum hepsi bu.. Ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezsin!"
"Yine aklımı başımdan almaya niyetlisin sanırım, sana ne zaman karşı koyabildim ki Jess?"

Ah küçük Kate.. Bunu böldüğüm için ne kadar üzgün olduğumu bilemezsin ama balonların şişirilmesi gerekiyor tatlım..

Yedek anahtarım yokmuş gibi yirmi dakikadır durduğum yerden yavaşça geri, dışarı çıkıp kapıyı çalıyorum ve Jess'in beni bu kadar az tanımış olmasına şaşırarak olduğum yerde dikiliyorum. Kapıyı açmalarını beklemem biraz uzun sürse de zile tekrar basmıyorum.
Kapıyı açan kişi dağınık saçlarıyla Jess oluyor. LANET OLSUN. Bana müsaade etmeden konuşmaya başlıyor.
"Şu bodrum katını daha sık temizlemeliyiz Vic, şu halime bak, sadece süsleri bulmak için indim ve.. iğrenç görünüyorum!" Söylediklerini inandırıcı kılmak için suratına yerleştirdiği abartılı ve sinirli ifade sadece onu daha yapmacık kılıyor ve bu acınası haline gülemiyorum bile. O konuşurken gözüm saçlarına takılıyor ve onlara dokunan kişi ben olmadığım için içimden hepsini teker teker kestikten sonra onun o aptal gövdesini büyük bir uçurumun kenarınd..
"Vic?"
Birden gözlerim bana bakan meraklı gözleriyle buluşuyor ve zoraki gülümseyerek "Bu halinle ne kadar seksi olduğunu tahmin edemezsin!" diyorum ve yüzündeki şaşkın ifadeyle bana bakmasını umursamayarak içeri giriyorum.

***

"Hanımlar, benim biraz işim var, umm.. yarım saate kadar burada olurum" derken yüzünde yine o her zamanki ifade vardı ve ne yapacağını o anda anlamıştım.
"Bana bir daha oraya gitmeyeceğini söylemiştin."
"Bak bu acil bir durum ve gitmem gerekiyor, yardıma ihtiyacı var ne yapabilirim? Söz veriyorum hiçbir şey olmayacak bebeğim.."
Umarım öyle olur çünkü bunu sana yapacak kişi...
"Peki öyleyse. Seni bekliyor olacağız."
"Yarım saat. Söz."
Kate'in endişeli bakışları Jess'inkilerle buluşurken başımı yere eğip onları görmezden geldim ve sadece kutlama için biraz daha sabırsızlanmaya başladım.

***

Kapı hızla çalındı ve bir saniyelik tereddütten sonra bunun anahtarlarını kuliste unutmuş olan Jess olduğunu anladım. Kapıyı açtığımda gördüğüm suratı iki buçuk saat önce gördüğümden çok farklıydı, terlemişti ve kıpkırmızıydı.
"Ne oldu sana?"
Koşarak gelen Kate her ne kadar bunu gizlemeye çalışsa da benden daha çok korkmuş görünüyordu.
Jesse nefes nefese kaldığı için kendisini konuşmaya zorlayarak, "Yakında beni bulurlar, dedi; sonum geldi."
"Sakin ol Jess, oraya gitmemen gerektiğini söylemiştim, şimdi içeri gel. Ve sana söz veriyorum, kimsenin seni buradan çıkarmasına izin vermeyeceğim."
Kimsenin benim güzel gecemi mahvetmesine..
Korku dolu gözlerle bana bakan Jesse biraz olsun rahatlamış görünüyordu. Şimdiye dek sözlerimi hep tutmuştum ve bu seferkini de tutacaktım.
Hep beraber içeri geçtik ve zoraki de olsa hazırlıklara devam ettik.

"Sahi, Vic, partiye kimleri davet ettin?"
Bana merakla bakan Jess'le daha fazla göz teması kurmamak için başımı çevirip elimdekilerle oyalanmaya başladım.
"Neden sordun?"
"Bu kadar önem verdiğin bir kutlamayı herkesin görmesini istemişsindir diye düşünüyorum.."
"Görmesi gerekenlerin göreceğinden emin olabilirsin hayatım." Sürdürmek istemediğim bu diyaloğun daha fazla devam etmemesi için istemeden de olsa eğilip onu öptüm ve Kate'in üzerime dikilmiş sert bakışlarını ve Jess'in garip mahcubiyetini umursamadım.
Üzgünüm Kate, çok üzgünüm.. Keşke bebeğimi elimden almana göz yumabilseydim ve...

"Ah, neredeyse akşam oldu, davetliler gelmek üzerelerdir.." diyerek bomboş yola doğru heyecan dolu bir bakış atıyorum. Bunun Jess ve Kate'i pek heyecanlandırmadığını bilmeme rağmen öyleymiş gibi davranıyorlar ve ben içimden onlara gülmekle yetiniyorum.

***

Artık gerçekten de akşam olmak üzere ve ben mideme oturan o garip hissi heyecanıma bağlayarak yenmeye çalışıyorum. Gözlerimin önünde -sanki ben bir salakmışım gibi- flört eden sevgilim ve kostüm görevlisini izlerken, bir saniyeliğine de olsa bu insanları sanki hiç tanımamışım gibi hissediyorum. Hatta bir an kendimi yanlarında fazlalık gibi hissediyorum fakat bunları düşünürken midemin durumu kötüleştiğinden başka şeyler düşünmeye çalışıyorum.
Ah Jesse, tatlım, seninle olmak çok güzeldi...
İkinci ayımızdaki tekne gezintimizi hatırlıyor musun? Ellerimi sıkıca tutup, kalbinin sonsuza dek benden başkası için atmayacağını söylemiştin.. Bense daha kelimeler dudaklarından dökülmeden tüm kalbimle inanıyordum sana.. Jesse, hala bir şansımız var biliyorsun değil mi? Evet, gerçekten bir şansımız var.. Lütfen Jesse, buna dayanamayacağımı biliyorsun.. Belki sadece bana sarılırsan... Evet geliyorsun işte, Jesse, seni her şeye rağmen tüm kalbimle sevi..
"Vic, um, sana bir şey söylemem gerek.."
Biliyorum, beni seviyorsun, biliyorum...
"Sorun şu ki Kate'in annesi aramış ve.. Yarım saatliğine eve gelebilir miymiş diye sormuş.. Acil bir durum sanırım.. Düşündüm de, sanırım onunla gitsem iyi olacak, biliyorsun geç oldu... Yarım saate döneriz, merak etme"
Kafamı kaldırmamla önce Jesse'e değil Kate'e baktım ve beklenti dolu meraklı bakışlarıyla karşılaştım. Beni görünce kafasını çevirdi fakat ben her şeyin farkındaydım.
Ve bu bardağı taşıran son damlaydı.
"Hayır, hayır Jesse, hiçbir yere gitmiyorsunuz. Duydun mu beni? Hiçbir yere. HİÇBİR YERE GİTMİYORSUNUZ!"
Özür dilerim küçük Jesse..
Ani bir hışımla Jesse'in ve lanet olası Kate'in kolundan tutup onları kulise doğru sürüklemeye başladım. İkisi de o kadar şaşırmışlardı ki bana karşı koyamadılar bile ve ben gözü dönmüş olmanın verdiği güçle ikisini de birkaç saniye içinde karanlık odaya sokmuştum. Onlarsa gözleri ve ağızları açık bir şekilde birbirlerine ve bana tek kelime edemeden bakıyorlardı.
"Vic, sen.. İyi misin?"
"İyi mi? Mükemmelim Jesse, hahahahahaha! Mükemmel... Günlerdir beklediğim an gelmişken benden nasıl olmamı bekliyorsun?"
"Vic sakinleş, lütfen..!" Korkularını gözlerinden okuyabiliyordum ve Tanrım, bu çok güzeldi..
Artık hiçbir şey düşünemiyordum ve kendimi garip bir şekilde mutlu hissediyordum. Günlerdir, hatta haftalardır belki de ilk kez bu kadar güçlü ve mutlu hissetmiştim.. Ve kimsenin bunu bozmasına izin veremezdim, hiçkimsenin..
Sonra Jesse kapıya doğru yaklaşıp gözlerimin içine uzun uzun baktı ve.. "Vic, bebeğim, lütfen, lütfen biraz sakin olmaya çalış.. Seni çok seviyorum.. Lütfen bunu yapma.."
Ah Jesse..
"Lanet olsun seni çok seviyorum anlıyor musun? Bak, sana söz veriyorum, birlikte çok ama çok mutlu olucaz. Duyuyor musun beni? Hep seninle olucam ve inan bana hiçbir şey bunu bozamayacak. Bana güveniyor musun?"
Tanrı'm..
"Söyle Vic, bana güveniyor musun?"
Korku ve merakla bana bakarken gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse onu daha önce hiç böyle görmemiştim. İleri doğru birkaç adım attım ve bu bakışlarının az da olsa yumuşamasını sağladı. Ona gülümsedim ve,
"Üzgünüm Jesse."
Kapıyı ani bir şekilde üstlerine kapattım ve kilitledim. İçeriden çığlıklarını duyuyordum fakat benimkiler onları bastırıyordu. Artık kendimi tutamamıştım ve deli gibi ağlıyordum. Elimden geldiğince acele ederek öfkem hafiflemeden kendimi dışarı attım. Hala kulağımda çınlayan sesleri doğru düzgün düşünmemi engelliyordu ve sonra.. Delice olduğunu düşündüğüm bir şey yaptım.

***

Hikayenin tam bu kısmında psikologum gece boyunca uykusuz kalmış olsa gerek kahvesinden bir yudum alıyor ve olabilecek en meraklı bakışlarla yüzüme bakıyor.
"Sonra ne oldu?"
Derin bir nefes alıyorum ama sebebini bilmediğim bir şekilde nefesim pek de derinlere inemiyor. Her şey kafamda bir kez daha canlanırken kısa bir süreliğine bu dünyadan kopuyorum ve..
"Vic?"
"Ah, efendim"
"Sonra ne oldu, anlatır mısın?
Nasıl söyleyeceğimi bilemediğim için bir anda söylemeye karar veriyorum.
"Tiyatromu ateşe verdim. Binayı da. Havai fişekler de kutlama içindi."
Psikolog bir anlığına ne dese bilemiyor ya da konuşmamayı uygun buluyor, sadece yüzüme bakıyor ve bir şeyler düşünüyor. Fakat sonra bu sessiz boşluğun fazla uzadığını farketmiş olsa gerek boğazını temizliyor ve konuşmaya başlıyor.
"Bunu önceden planlamış mıydın?"
"Evet, planlamıştım"
"Ne zaman?"
"O günden yaklaşık iki ay önce, dördüncü kamera kayıtlarını izlediğim gün."
"Kayıtlarda ne vardı?"

Bunu sormasını beklemiyordum.
Sanırım o da beklemediğimi anlamıştı ki konuyu değiştirmeye karar verdi. Belki de benim bu konudaki kayıtsızlığımdan olsa gerek, veya asıl fikirlerimi öğrenmek için, benimle daha farklı biçimde konuşmaya başladı.
"Ailesinin onu ne kadar özlediğini düşünebiliyor musun?"
"Evet, diyorum, ben de özlüyorum onu."
Bunu gerçek anlamda mı yoksa konuyu geçiştirmek için söylediğimi anlamaya çalışıyordu ve işin doğrusu ben bile bundan emin değildim.
Artık eve gitmek istiyordum ve saate baktığımda zamanın benim lehime işlediğini gördüm. Saat tam seansın bitiş saatiydi ve bu odadan elimden geldiğince çabuk çıkmak istiyordum. Bu yüzden sıkılgan bir şekilde saate baktım ve psikologa veda etmek için hazırlandım ama o benden önce davrandı ve ayağa kalkarak elini bana uzattı.
"Kendine iyi bak, Vic. Birdahaki seansta bu konuyu daha detaylı konuşacağız."
"Pekala, Bayan Whitson. Görüşmek üzere."

Dışarı çıktım ve Jesse'i düşündüm. Bir yandan tüm bu olanlar beynimi kurcalamaya devam ediyordu, bir yandansa onu ölümsüzleştirdiğim için kendimi mutlu hissediyordum.

O gün olanları benden başka kimse görmedi.
Görmeyecekti de.
Sevdiğim adamı her şeyiyle ölümsüzleştirirken bir yandan da havai fişekleri patlatıyordum ve tüm gökyüzü binbir renge boyanıyordu. Bense yaşlı gözlerim ve yok olan geçmişimle büyülenmiş olarak tüm bu ihtişamlı gösteriyi izliyordum.

Bu Jesse'in hakettiği şeydi.
İşte bu, gerçek bir kutlamaydı.

***

18 Nisan 2013 Perşembe

Wasted One.



"Hepimiz bir günde ekspres teslimatla cehenneme gideceğiz" derken baygın gözlerini gözlerime dikmişti. Hayattan tüm beklentilerini, umutlarını yitirmiş; hayatla, kendiyle, her şeyle dalga geçerek yaşayan biri haline gelmeye çalışmıştı. Bir zamanlar yaşama sevincinin yansımalarını parlayan gözlerinde gördüğüm, gülümseyerek dakikalarca saçlarımı okşayan bu adam, şimdi karşımda oturmuş, yapmacık bir hevesle bana cehennemi anlatıyordu. Hatta bu fikrin saçma olduğuna kendimi inandırmak istemesem, bundan zevk aldığını bile rahatlıkla düşünebilirdim.
Ona cennetten bahsetmenin anlamsız olacağını düşünerek susmaya ve anlattıklarını dinlemeye devam ettim.
"Hep beraber cehenneme gideceğiz." Sırıtıyordu.
Sanki duymak istediğim şey buymuş gibi.
Boş gözlerle söylediklerini dinlerken ona acımaya başlıyordum.
"Hey, sen de istemez miydin söylesene? Yeterince acı çekmiyor muyuz zaten, söyle! Tanrı'nın yanında güvende olacağız öyle mi? İşte bunların hepsi deli saçması, bebeğim! Hahahahaha, ateşlerr..."
Kahkaha atıyordu.
Zoraki kahkahalar atıyordu.
Acizlikle dolan gözlerini kahkahalarıyla kapatmaya çalışıyordu.
Söylediklerinin içinden gelen cümleler olmadığının farkındaydım. Onu gayet iyi tanıyordum ve bu yaptıkları.. Tiksindiriciydi.
"Hepimiz birer günahkarız, bunu sen de biliyorsun, herkes biliyor! Neden hala inkar ediyorsunuz, söylesene hadi?"
Dinlediğimi varsayarak -ya da umursamayarak- hala anlatıyordu cehennem hikayelerini ve ben artık dakikalardır ellerini tuttuğumun bile farkında değildim.
Kendini iyice salmıştı ve başka biri haline gelmişti. Artık davranışlarıyla ona sevgi duymamı engellemeye başlıyordu ve ben ona karşı hissettiğim hiçbir şeyden emin olamıyordum.


"Tatlım buna alışsan iyi edersin ama ne biliyor musun? Aşk diye bir şey de yok, hepsi kandırmaca! Hahahahaha, seni küçük şapşal..."


Hayal kırıklığı kötüdür, evet.
Özellikle de her şeyinizi verdiğiniz o kişi karşınızda kalbinizi her yeni kelimesiyle tekrar tekrar kırarak gözlerinize bakıp yakıcı kahkahalar atıyorken. Fakat siz boş gözlerle bakmaya devam etmek zorundasınızdır.


Beni kandırırdı ve ben de kendime bunun aşk olduğunu söyleyip dururdum.

Fakat şimdi değişmişti.
Kendi fikirleri yerine başkalarının fikirlerini savunan biri olmuştu.
Aciz biri.
Bir korkak.
Ve ben buna dayanamıyordum.

Ellerini bırakarak ayağa kalktım.
"Sen, sen korkağın tekisin anlıyor musun? Korkaksın! Korktuğun şeyden büyük olmaya, hatta korktuğun şey olmaya çalışarak onu alt edebileceğini mi sanıyorsun? Hayır hayır, böyle güçlü olamazsın, güçlü gibi görünmeye çalışıyorsun fakat sen aciz bir taklitçiden başka bir şey değilsin ve sanırım artık yüzünü bile görmek istemiyorum!"

Gülümsüyordu.
Sorun şu ki gülümsemesine aşıktım.
Sorun şu ki ona hala aşıktım.

Bana yaklaşarak omuzlarımdan tuttu ve beni kendine çekti. Karşı koymadım.
Koyamadım da.
Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra aramızdaki mesafeyi kapattı ve uzunca sarıldı bana. Elveda eder gibiydi fakat soğukkanlı olmam gerekirdi. Canın cehenneme, istediğin de bu zaten değil mi?

Buna daha fazla dayanamazdım. Onu kendimden uzaklaştırdım ve artık gitmesini söyledim.
Yüzünün her an yeni bir kahkaha atabilecekmiş gibi duruşu iyice sinirlerimi bozmaya başlamıştı ve gerçekten gitmesini istiyordum.

İsteğimi bakışlarımdan anlamış olacak ki, ellerimi yavaşça bıraktı.
Hala gülümsüyordu. Şey der gibi.
"Beni özleyeceğini ikimiz de biliyoruz, şapşal.."
Haksız da sayılmazdı.

Sonra arkasını dönerek uzaklaştı ve kapıya doğru ilerledi. Mutsuz görünmüyordu.
Seni aptal.
Kapıyı açtı ve tam dışarı çıkacakken kafasını bana doğru çevirdi.
"Cehennemde görüşürüz, bebek!"
Cevap vermeme fırsat bırakmadan kapıyı arkasından kapattı ve her taraf sessizliğe gömüldü.

Ve ben, pencereye yaklaşarak onu izledim.
Aşık olduğum adamı izledim.
Batan güneşe doğru gidişini izledim.

***

16 Nisan 2013 Salı

"Bir diğer mesele de birini ne kadar sevdiğinizi düşünürseniz düşünün, akan kanı size çok yaklaştığında geri çekileceğinizdir."
- Görünmez Canavarlar / Chuck Palahniuk

15 Nisan 2013 Pazartesi

-

Yağmur yağıyor.
Aptalca bir güne daha uyanmış aptal insanlar.
Mutsuzlukla gölgelenmiş suratlarda bir tane bile gülümseme sezilmiyor. Herkes birbirine yabancı.
Herkes kendine yabancı.
Kimin mutlu olmasını bekleyebiliriz ki oysa? Kim hakediyor bunu?
Herkeste bir telaş, koşuşturma.
Bazıları kaçıyor umutsuz bekleyişlerinden, isyan edercesine.
Bazıları kovalıyor sinsice hırslarını.
Aptallar.
Yağmurdan nefret ederim. Lanet olası yağmurdan nefret ederim.
İnsanlardan nefret ederim.

Bu uğursuz günde kendimi evime, odama hapsetmek ve iyi hissedinceye kadar -belki 1 saat, belki 1 yıl- çıkmamak istememe ve telefonlarını açmamama rağmen evime kadar gelip beni apar topar yanına alan ve içimde tutmaya çalıştığım fakat kesinlikle beceremediğim sinirimi görmezlikten gelerek bana şakalar yapmaya çalışan arkadaşıma görünmez bir öfke duyuyorum. İstemeden de olsa içimdeki tüm nefreti ona bağlıyorum bugün. Tanrı aşkına, video oyunlarını buna tercih ederdim, kaltak!
Arabaya biniyoruz.

Gerçek şu ki; kocaman bir hipopotama, bir anakonda yılanına, hatta bir tarantulaya sahip olmayı, psikoloji okuyan bir arkadaşa sahip olmaya tercih ederdim.
'Normal' insanlara bile tahammül edemezken psikolojisi bozuk insanlarla ilgilenmesi, üstüne üstlük beni de bu saçma işin içine bir şekilde sokması sinirlerimi fena halde bozuyor.
Evet, durağımız Birmingham akıl hastanesi.

***

Can sıkıntısıyla binaya giriyoruz. Sola dönüp merdivenlerle üçüncü kata; B tipi, yani orta derecede ağır hastaların olduğu kata çıkıyoruz. Arkadaşım elindeki notları düzenlemeye çalışırken ben bir delinin aniden bana saldırmamasını diliyorum. Şimdiden sıkıldım ve gitmek istiyorum ama görünüşe bakılırsa burada işimiz daha uzun.

304 numaralı odaya giriyoruz. Yatakta yatmakta olan sarı, kısa saçlı, 50'li yaşlarda bir kadın görüyorum. Arkadaşım elindeki notlara bakarak bana bilgi veriyor: "Adı Lissa. 54 yaşında. Buraya 3 yıl önce geldiğinde verilen ve hala geçerli olan rapor onun nadiren saldırganlık gösterdiğini...."
Çok da umrumdaymış gibi.
Uzaklaşıyorum ve o kendi kendine konuşmaya devam ediyor.

Biraz sonra, bana doktorla bir görüşme yapması gerektiğini ve yarım saat sonra burada olacağını söyleyerek  ve beni hastayla odada tek başına bırakarak çıkıyor.
Harika!
Hasta yatmaya devam ediyor. Ben de sıkılganlıkla pencerenin önündeki sandalyeye oturuyorum ve apar topar çıkarken çantama atabildiğim için büyük minnet duyduğum kitabımı okumaya koyuluyorum.

***

Gözlerimi açtığımda gördüğüm yüzü dehşet ve korku doluydu. Biraz da öfke.
"Ne işin var burada?!"
"Ben.. Ben arkadaşımı bekliyorum, psikolo.."
"Defol git burdan anlıyor musun? O kitap.. O kitabı okumak zorunda mısın? Onu ateşe atacağım! Öldü o, öldü! Seni de öldüreceğim! Çabuk git burdan!!"
Ne yapacağımı şaşırarak yerime çivileniyorum. Gözlerim dehşetle üzerime doğru eğilmiş kadına bakıyor. İçimden buraya geldiğim ana ve beni getiren arkadaşıma nefret dolu kelimeler haykırıyorum.
Lanet olsun!!

Kadın üstüme doğru gelirken aniden ne yapacağımı şaşırdım ve bana vurmak için kaldırdığı kolunu tutarak onu duvara doğru ittirdim. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Her şey bir anda olup bitti ve kafamı kaldırıp baktığımda.. Olamaz, yerde baygın yatıyordu!

Paniğe kapılmış bir şekilde numarasını zar zor tuşlayarak arkadaşımı aradım ve hemen odaya gelmesini, fakat yalnız olması gerektiğini söyleyip telefonu kapattım.
Tanrım, ne yaptım ben böyle...!
Biraz sonra arkadaşım içeri girdi ve gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. İkimiz de ne yapacağımızı bilemedik fakat doktorların koridorda dolaşan ayak seslerini duyunca "Birilerinin onu bu şekilde görmemesi için onu buradan çıkartmamız lazım", dedi.
Onu nereye götüreceğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu fakat sanırım onun vardı. Lissa'ya doğru eğildi ve elleriyle bileklerinden tuttu. Kadın hareket etmiyordu. Daha sonra onu kucağına alarak hemşire odasına götürdü. Ona güveniyordum.
Her zaman bir planı olurdu.

***

Lissa yatağında uzanıyor. Biz de her iki tarafında sandalyelerimizde oturuyoruz. Zor bir gün geçirmişiz ve Bingo! Bu gece sevgili arkadaşımın hastanın saçma davranışlarını gözlemlemesi gerektiği için buradayız.
Bugün daha beter bir hal alabilir miydi??
Sonra birden ayağa kalkıyor.
Yatağının yan tarafında duran dolaptan bir şey getiriyor:
Kurumuş çiçekler.
Onlara sevgiyle bakıp öpüyor, gözleri yaşlarla doluyor.
Bu saçmalık da neyin nesi şimdi?
Durmuyor. Durmadan öpüyor onları. Saatlerce öpecekmişçesine bırakmıyor. Çocuğuna sarılan bir anne misali sarılıyor onlara. Sarıldıkça ağlıyor. Daha çok öpüyor.
Ağlıyor.
Uyuyakalıyor.

Artık yeter.

Uyuyor olmasından yararlanarak kucağındaki çiçekleri toplayıp hepsini çöpe atıyorum. Onlar gittikçe ben rahatlıyorum. Tüm bu saçmalıklardan bıktım usandım.

***

Uyandığında çiçekleri unutmuşa benziyordu. Arkadaşım yan koltukta uyuyakalmıştı. Bense bir türlü okuyamadığım kitabımın sayfalarını karıştırıyordum.
"Kızım o kitabı yazarken bitirene kadar kimseye okutmamaya yemin etmişti."
Kızım mı?
Fakat bu kitabın yazarı 3 yıl önce öldü.
Tanrı'm..

"Ölmeden önce bana getirdiği çiçekleri hala saklarım. Sahi çiçekler demişken.."
HAYIR. HAYIR OLAMAZ. HAYIR!!
Çiçekleri görebilmek umuduyla etrafına bakınıyor fakat bulamayınca yüzündeki endişe git gide artıyor. O an her şey duruyor. Her şeyi bırakıyorum. O an kendimden nefret ediyorum. Olduğum kişiden tiksiniyorum.
Seni lanet olası piç!

Ona bir şey söyleme fırsatı vermeden boynuna atlıyorum. Neye uğradığını şaşırıyor.
Hiçbir şey umrumda değil o sırada.
Sen bencil, kalpsiz bir pisliğin tekisin!
Ağlıyorum.
"Özür dilerim", diyorum.
"Benim hatam!"
Aptal!
Ağlıyorum durmadan.
"Onlar kurumuşlardı ve ben sandım ki.. Lanet olsun! Daha güzel, canlı çiçeklerin varken onlara sarılman.. Ben bir aptalım!"
Anlıyor. Gözleri yaşlarla doluyor.
Kulağıma eğiliyor:
"Kurutulmuş bir çiçek de en az canlısı kadar güzeldir."
Bana sarılıyor. Öpüyor beni.
Kızı oluyorum onun.
Kuru çiçekleri oluyorum.
Ölmüş, ruhu kaybolmuş çiçekleri.

***

14 Nisan 2013 Pazar

"Rüzgarda uluyan görünmez köpeklerin sesi etrafımızı kuşatıyordu." Onları göremesek de sesleri tüylerimizi diken diken etmeye yetiyordu. Her geçen saniye bize daha çok yaklaştıklarını fark ederek daha hızlı koşmaya çalışıyorduk fakat pes etmeye çok yakındık. Aptalca bir heves uğruna çıktığımız bu tehlikeli yolculuktan duyduğumuz pişmanlık bizi yiyip bitiriyordu.
Adrenalin!
Çılgınca peşimizden koşan bu görünmez yaratıklardan bir tanesinin daha sıcak nefesini boynumda hissettim. Lanet olsun! Çok yaklaşmışlardı ve onları göremememiz bizi daha çok korkutuyordu. Sanırım teslim olacaktım. Yürümekte zorlanıyordum. Kilometrelerce koşmamıza rağmen peşimizi bırakmamışlardı ve birkaç dakika içinde sonumuzun geleceğini biliyordum. Son bir kez hızlanmaya yeltendim fakat artık imkansızdı. Giderek yavaşlıyordum. Arkadaşımı görebilmek için ve biraz olsun dinlenebilmek için durup etrafıma bakındım ve tam o sırada ensemde hissettiğim sıcaklık tüm vücudumu ürpertti. Artık zamanımın kalmadığını düşünürken boynumda feci bir acı hissettim. Son gücümle dönüp arkama baktığımda boşluktan başka bir şey göremedim ve yere damlayan kanımın üstüne düşerken hissettiğim son şey hayal kırıklığı oldu.

***
Hani bazi insanlar vardir, bazi dostlar; gunlerce, haftalarca, aylarca yaninda olmasa da bir fotografina baktiginda, ya da sadece dusundugunde bile yuzunu gulumsetir. Ozletir. Hatta o kadar ozletir ki, sen farkina bile varmadan gozlerinden akan yaslar yanagindan asagi suzulmeye baslar. Icinde kocaman bir sevgi hissedersin, icin icine sigmaz.
Hayir, o, su anda burada olmalidir!
Sikica sarilmalisindir ona. Belki omzunda aglamalisindir. Ta ki ozlemin biraz olsun hafifleyinceye, icine sigmayan sevgini biraz olsun paylasincaya kadar.
Gozlerinin icine bakmak istersin durmadan. Onun seni anlayacagini bilirsin cunku. Hep yaninda olacagini bilirsin.
Fakat sen, 'dostum' aslinda hicbir zaman oyle olmadin benim icin. Hicbir zaman seni dusunmek yuzumu gulumsetmedi. Aksine hep kotu anilari hatirlattin bana. Bazen "lanet olsun o gune" dedim. Bazen kendimi suclu hissettim. Ama hicbir zaman sana kocaman sarilmak istemedim adini duyunca. Cunku sen sadece yanimdayken guzeldin. Sadece yanimdayken 'o'ydun ve.. Farkliydin iste. Sanki o kotu gunleri yasadigim, ozgurlugumu ugrunda kisitladigim kisi sen degildin de, birlikte kahkahalar atarak eglendigim kisiye donusmustun.
Ama biliyor musun hepsi yalan. Hepsi birer maske.
Cunku sevgili dostum, ben seni hicbir zaman ozlemedim aslinda.

13 Nisan 2013 Cumartesi

"Bir fabrikadan gelen meyve içkisiydi."
Bu kadar basit işte. Mucizevi falan değildi düşündüğümüz gibi.
Daha doğrusu düşündüğüm gibi. Sen zaten pek dikkat etmezdin böyle şeylere değil mi, unutmuşum. Herhangi bir yerden alıp bana getirdiğin, bana seni hatırlattığı için gözümde Bordeaux'u bile bir hiçe çeviren o içkiyi böyle tanımlamıştın işte.
Bir fabrika mı? Hayır, hayır bu çok saçma! Sadece Tanrı bu güzel tadı verebilirdi ona!
Fakat sen, ısrar ediyorsun. Saçma buluyorsun; ağzıma aldığım o minicik kısmın yutmadan bir saniye önce boğazımı sen gibi yakışını ve o muhteşem tadın beni; o çok sevdiğim, bir kelebeğin kanatlarının hafifliğini taşıyan minik öpücüklerin kadar ürpertişini.
Anlamaya çalışarak bakıyorsun gözlerime, nasıl bu kadar hayalci olduğumu.
Gülümsüyorsun, içinden kahkaha atarak. Zırvaladım yine.
Biliyorum. Hepsini biliyorum. Neler düşündüğünü. Ama sana engel olamıyorum.
Dudaklarına yaklaşıyorum.
"Bir kadeh daha?"

***