18 Nisan 2013 Perşembe

Wasted One.



"Hepimiz bir günde ekspres teslimatla cehenneme gideceğiz" derken baygın gözlerini gözlerime dikmişti. Hayattan tüm beklentilerini, umutlarını yitirmiş; hayatla, kendiyle, her şeyle dalga geçerek yaşayan biri haline gelmeye çalışmıştı. Bir zamanlar yaşama sevincinin yansımalarını parlayan gözlerinde gördüğüm, gülümseyerek dakikalarca saçlarımı okşayan bu adam, şimdi karşımda oturmuş, yapmacık bir hevesle bana cehennemi anlatıyordu. Hatta bu fikrin saçma olduğuna kendimi inandırmak istemesem, bundan zevk aldığını bile rahatlıkla düşünebilirdim.
Ona cennetten bahsetmenin anlamsız olacağını düşünerek susmaya ve anlattıklarını dinlemeye devam ettim.
"Hep beraber cehenneme gideceğiz." Sırıtıyordu.
Sanki duymak istediğim şey buymuş gibi.
Boş gözlerle söylediklerini dinlerken ona acımaya başlıyordum.
"Hey, sen de istemez miydin söylesene? Yeterince acı çekmiyor muyuz zaten, söyle! Tanrı'nın yanında güvende olacağız öyle mi? İşte bunların hepsi deli saçması, bebeğim! Hahahahaha, ateşlerr..."
Kahkaha atıyordu.
Zoraki kahkahalar atıyordu.
Acizlikle dolan gözlerini kahkahalarıyla kapatmaya çalışıyordu.
Söylediklerinin içinden gelen cümleler olmadığının farkındaydım. Onu gayet iyi tanıyordum ve bu yaptıkları.. Tiksindiriciydi.
"Hepimiz birer günahkarız, bunu sen de biliyorsun, herkes biliyor! Neden hala inkar ediyorsunuz, söylesene hadi?"
Dinlediğimi varsayarak -ya da umursamayarak- hala anlatıyordu cehennem hikayelerini ve ben artık dakikalardır ellerini tuttuğumun bile farkında değildim.
Kendini iyice salmıştı ve başka biri haline gelmişti. Artık davranışlarıyla ona sevgi duymamı engellemeye başlıyordu ve ben ona karşı hissettiğim hiçbir şeyden emin olamıyordum.


"Tatlım buna alışsan iyi edersin ama ne biliyor musun? Aşk diye bir şey de yok, hepsi kandırmaca! Hahahahaha, seni küçük şapşal..."


Hayal kırıklığı kötüdür, evet.
Özellikle de her şeyinizi verdiğiniz o kişi karşınızda kalbinizi her yeni kelimesiyle tekrar tekrar kırarak gözlerinize bakıp yakıcı kahkahalar atıyorken. Fakat siz boş gözlerle bakmaya devam etmek zorundasınızdır.


Beni kandırırdı ve ben de kendime bunun aşk olduğunu söyleyip dururdum.

Fakat şimdi değişmişti.
Kendi fikirleri yerine başkalarının fikirlerini savunan biri olmuştu.
Aciz biri.
Bir korkak.
Ve ben buna dayanamıyordum.

Ellerini bırakarak ayağa kalktım.
"Sen, sen korkağın tekisin anlıyor musun? Korkaksın! Korktuğun şeyden büyük olmaya, hatta korktuğun şey olmaya çalışarak onu alt edebileceğini mi sanıyorsun? Hayır hayır, böyle güçlü olamazsın, güçlü gibi görünmeye çalışıyorsun fakat sen aciz bir taklitçiden başka bir şey değilsin ve sanırım artık yüzünü bile görmek istemiyorum!"

Gülümsüyordu.
Sorun şu ki gülümsemesine aşıktım.
Sorun şu ki ona hala aşıktım.

Bana yaklaşarak omuzlarımdan tuttu ve beni kendine çekti. Karşı koymadım.
Koyamadım da.
Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra aramızdaki mesafeyi kapattı ve uzunca sarıldı bana. Elveda eder gibiydi fakat soğukkanlı olmam gerekirdi. Canın cehenneme, istediğin de bu zaten değil mi?

Buna daha fazla dayanamazdım. Onu kendimden uzaklaştırdım ve artık gitmesini söyledim.
Yüzünün her an yeni bir kahkaha atabilecekmiş gibi duruşu iyice sinirlerimi bozmaya başlamıştı ve gerçekten gitmesini istiyordum.

İsteğimi bakışlarımdan anlamış olacak ki, ellerimi yavaşça bıraktı.
Hala gülümsüyordu. Şey der gibi.
"Beni özleyeceğini ikimiz de biliyoruz, şapşal.."
Haksız da sayılmazdı.

Sonra arkasını dönerek uzaklaştı ve kapıya doğru ilerledi. Mutsuz görünmüyordu.
Seni aptal.
Kapıyı açtı ve tam dışarı çıkacakken kafasını bana doğru çevirdi.
"Cehennemde görüşürüz, bebek!"
Cevap vermeme fırsat bırakmadan kapıyı arkasından kapattı ve her taraf sessizliğe gömüldü.

Ve ben, pencereye yaklaşarak onu izledim.
Aşık olduğum adamı izledim.
Batan güneşe doğru gidişini izledim.

***

16 Nisan 2013 Salı

"Bir diğer mesele de birini ne kadar sevdiğinizi düşünürseniz düşünün, akan kanı size çok yaklaştığında geri çekileceğinizdir."
- Görünmez Canavarlar / Chuck Palahniuk

15 Nisan 2013 Pazartesi

-

Yağmur yağıyor.
Aptalca bir güne daha uyanmış aptal insanlar.
Mutsuzlukla gölgelenmiş suratlarda bir tane bile gülümseme sezilmiyor. Herkes birbirine yabancı.
Herkes kendine yabancı.
Kimin mutlu olmasını bekleyebiliriz ki oysa? Kim hakediyor bunu?
Herkeste bir telaş, koşuşturma.
Bazıları kaçıyor umutsuz bekleyişlerinden, isyan edercesine.
Bazıları kovalıyor sinsice hırslarını.
Aptallar.
Yağmurdan nefret ederim. Lanet olası yağmurdan nefret ederim.
İnsanlardan nefret ederim.

Bu uğursuz günde kendimi evime, odama hapsetmek ve iyi hissedinceye kadar -belki 1 saat, belki 1 yıl- çıkmamak istememe ve telefonlarını açmamama rağmen evime kadar gelip beni apar topar yanına alan ve içimde tutmaya çalıştığım fakat kesinlikle beceremediğim sinirimi görmezlikten gelerek bana şakalar yapmaya çalışan arkadaşıma görünmez bir öfke duyuyorum. İstemeden de olsa içimdeki tüm nefreti ona bağlıyorum bugün. Tanrı aşkına, video oyunlarını buna tercih ederdim, kaltak!
Arabaya biniyoruz.

Gerçek şu ki; kocaman bir hipopotama, bir anakonda yılanına, hatta bir tarantulaya sahip olmayı, psikoloji okuyan bir arkadaşa sahip olmaya tercih ederdim.
'Normal' insanlara bile tahammül edemezken psikolojisi bozuk insanlarla ilgilenmesi, üstüne üstlük beni de bu saçma işin içine bir şekilde sokması sinirlerimi fena halde bozuyor.
Evet, durağımız Birmingham akıl hastanesi.

***

Can sıkıntısıyla binaya giriyoruz. Sola dönüp merdivenlerle üçüncü kata; B tipi, yani orta derecede ağır hastaların olduğu kata çıkıyoruz. Arkadaşım elindeki notları düzenlemeye çalışırken ben bir delinin aniden bana saldırmamasını diliyorum. Şimdiden sıkıldım ve gitmek istiyorum ama görünüşe bakılırsa burada işimiz daha uzun.

304 numaralı odaya giriyoruz. Yatakta yatmakta olan sarı, kısa saçlı, 50'li yaşlarda bir kadın görüyorum. Arkadaşım elindeki notlara bakarak bana bilgi veriyor: "Adı Lissa. 54 yaşında. Buraya 3 yıl önce geldiğinde verilen ve hala geçerli olan rapor onun nadiren saldırganlık gösterdiğini...."
Çok da umrumdaymış gibi.
Uzaklaşıyorum ve o kendi kendine konuşmaya devam ediyor.

Biraz sonra, bana doktorla bir görüşme yapması gerektiğini ve yarım saat sonra burada olacağını söyleyerek  ve beni hastayla odada tek başına bırakarak çıkıyor.
Harika!
Hasta yatmaya devam ediyor. Ben de sıkılganlıkla pencerenin önündeki sandalyeye oturuyorum ve apar topar çıkarken çantama atabildiğim için büyük minnet duyduğum kitabımı okumaya koyuluyorum.

***

Gözlerimi açtığımda gördüğüm yüzü dehşet ve korku doluydu. Biraz da öfke.
"Ne işin var burada?!"
"Ben.. Ben arkadaşımı bekliyorum, psikolo.."
"Defol git burdan anlıyor musun? O kitap.. O kitabı okumak zorunda mısın? Onu ateşe atacağım! Öldü o, öldü! Seni de öldüreceğim! Çabuk git burdan!!"
Ne yapacağımı şaşırarak yerime çivileniyorum. Gözlerim dehşetle üzerime doğru eğilmiş kadına bakıyor. İçimden buraya geldiğim ana ve beni getiren arkadaşıma nefret dolu kelimeler haykırıyorum.
Lanet olsun!!

Kadın üstüme doğru gelirken aniden ne yapacağımı şaşırdım ve bana vurmak için kaldırdığı kolunu tutarak onu duvara doğru ittirdim. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Her şey bir anda olup bitti ve kafamı kaldırıp baktığımda.. Olamaz, yerde baygın yatıyordu!

Paniğe kapılmış bir şekilde numarasını zar zor tuşlayarak arkadaşımı aradım ve hemen odaya gelmesini, fakat yalnız olması gerektiğini söyleyip telefonu kapattım.
Tanrım, ne yaptım ben böyle...!
Biraz sonra arkadaşım içeri girdi ve gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. İkimiz de ne yapacağımızı bilemedik fakat doktorların koridorda dolaşan ayak seslerini duyunca "Birilerinin onu bu şekilde görmemesi için onu buradan çıkartmamız lazım", dedi.
Onu nereye götüreceğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu fakat sanırım onun vardı. Lissa'ya doğru eğildi ve elleriyle bileklerinden tuttu. Kadın hareket etmiyordu. Daha sonra onu kucağına alarak hemşire odasına götürdü. Ona güveniyordum.
Her zaman bir planı olurdu.

***

Lissa yatağında uzanıyor. Biz de her iki tarafında sandalyelerimizde oturuyoruz. Zor bir gün geçirmişiz ve Bingo! Bu gece sevgili arkadaşımın hastanın saçma davranışlarını gözlemlemesi gerektiği için buradayız.
Bugün daha beter bir hal alabilir miydi??
Sonra birden ayağa kalkıyor.
Yatağının yan tarafında duran dolaptan bir şey getiriyor:
Kurumuş çiçekler.
Onlara sevgiyle bakıp öpüyor, gözleri yaşlarla doluyor.
Bu saçmalık da neyin nesi şimdi?
Durmuyor. Durmadan öpüyor onları. Saatlerce öpecekmişçesine bırakmıyor. Çocuğuna sarılan bir anne misali sarılıyor onlara. Sarıldıkça ağlıyor. Daha çok öpüyor.
Ağlıyor.
Uyuyakalıyor.

Artık yeter.

Uyuyor olmasından yararlanarak kucağındaki çiçekleri toplayıp hepsini çöpe atıyorum. Onlar gittikçe ben rahatlıyorum. Tüm bu saçmalıklardan bıktım usandım.

***

Uyandığında çiçekleri unutmuşa benziyordu. Arkadaşım yan koltukta uyuyakalmıştı. Bense bir türlü okuyamadığım kitabımın sayfalarını karıştırıyordum.
"Kızım o kitabı yazarken bitirene kadar kimseye okutmamaya yemin etmişti."
Kızım mı?
Fakat bu kitabın yazarı 3 yıl önce öldü.
Tanrı'm..

"Ölmeden önce bana getirdiği çiçekleri hala saklarım. Sahi çiçekler demişken.."
HAYIR. HAYIR OLAMAZ. HAYIR!!
Çiçekleri görebilmek umuduyla etrafına bakınıyor fakat bulamayınca yüzündeki endişe git gide artıyor. O an her şey duruyor. Her şeyi bırakıyorum. O an kendimden nefret ediyorum. Olduğum kişiden tiksiniyorum.
Seni lanet olası piç!

Ona bir şey söyleme fırsatı vermeden boynuna atlıyorum. Neye uğradığını şaşırıyor.
Hiçbir şey umrumda değil o sırada.
Sen bencil, kalpsiz bir pisliğin tekisin!
Ağlıyorum.
"Özür dilerim", diyorum.
"Benim hatam!"
Aptal!
Ağlıyorum durmadan.
"Onlar kurumuşlardı ve ben sandım ki.. Lanet olsun! Daha güzel, canlı çiçeklerin varken onlara sarılman.. Ben bir aptalım!"
Anlıyor. Gözleri yaşlarla doluyor.
Kulağıma eğiliyor:
"Kurutulmuş bir çiçek de en az canlısı kadar güzeldir."
Bana sarılıyor. Öpüyor beni.
Kızı oluyorum onun.
Kuru çiçekleri oluyorum.
Ölmüş, ruhu kaybolmuş çiçekleri.

***

14 Nisan 2013 Pazar

"Rüzgarda uluyan görünmez köpeklerin sesi etrafımızı kuşatıyordu." Onları göremesek de sesleri tüylerimizi diken diken etmeye yetiyordu. Her geçen saniye bize daha çok yaklaştıklarını fark ederek daha hızlı koşmaya çalışıyorduk fakat pes etmeye çok yakındık. Aptalca bir heves uğruna çıktığımız bu tehlikeli yolculuktan duyduğumuz pişmanlık bizi yiyip bitiriyordu.
Adrenalin!
Çılgınca peşimizden koşan bu görünmez yaratıklardan bir tanesinin daha sıcak nefesini boynumda hissettim. Lanet olsun! Çok yaklaşmışlardı ve onları göremememiz bizi daha çok korkutuyordu. Sanırım teslim olacaktım. Yürümekte zorlanıyordum. Kilometrelerce koşmamıza rağmen peşimizi bırakmamışlardı ve birkaç dakika içinde sonumuzun geleceğini biliyordum. Son bir kez hızlanmaya yeltendim fakat artık imkansızdı. Giderek yavaşlıyordum. Arkadaşımı görebilmek için ve biraz olsun dinlenebilmek için durup etrafıma bakındım ve tam o sırada ensemde hissettiğim sıcaklık tüm vücudumu ürpertti. Artık zamanımın kalmadığını düşünürken boynumda feci bir acı hissettim. Son gücümle dönüp arkama baktığımda boşluktan başka bir şey göremedim ve yere damlayan kanımın üstüne düşerken hissettiğim son şey hayal kırıklığı oldu.

***
Hani bazi insanlar vardir, bazi dostlar; gunlerce, haftalarca, aylarca yaninda olmasa da bir fotografina baktiginda, ya da sadece dusundugunde bile yuzunu gulumsetir. Ozletir. Hatta o kadar ozletir ki, sen farkina bile varmadan gozlerinden akan yaslar yanagindan asagi suzulmeye baslar. Icinde kocaman bir sevgi hissedersin, icin icine sigmaz.
Hayir, o, su anda burada olmalidir!
Sikica sarilmalisindir ona. Belki omzunda aglamalisindir. Ta ki ozlemin biraz olsun hafifleyinceye, icine sigmayan sevgini biraz olsun paylasincaya kadar.
Gozlerinin icine bakmak istersin durmadan. Onun seni anlayacagini bilirsin cunku. Hep yaninda olacagini bilirsin.
Fakat sen, 'dostum' aslinda hicbir zaman oyle olmadin benim icin. Hicbir zaman seni dusunmek yuzumu gulumsetmedi. Aksine hep kotu anilari hatirlattin bana. Bazen "lanet olsun o gune" dedim. Bazen kendimi suclu hissettim. Ama hicbir zaman sana kocaman sarilmak istemedim adini duyunca. Cunku sen sadece yanimdayken guzeldin. Sadece yanimdayken 'o'ydun ve.. Farkliydin iste. Sanki o kotu gunleri yasadigim, ozgurlugumu ugrunda kisitladigim kisi sen degildin de, birlikte kahkahalar atarak eglendigim kisiye donusmustun.
Ama biliyor musun hepsi yalan. Hepsi birer maske.
Cunku sevgili dostum, ben seni hicbir zaman ozlemedim aslinda.

13 Nisan 2013 Cumartesi

"Bir fabrikadan gelen meyve içkisiydi."
Bu kadar basit işte. Mucizevi falan değildi düşündüğümüz gibi.
Daha doğrusu düşündüğüm gibi. Sen zaten pek dikkat etmezdin böyle şeylere değil mi, unutmuşum. Herhangi bir yerden alıp bana getirdiğin, bana seni hatırlattığı için gözümde Bordeaux'u bile bir hiçe çeviren o içkiyi böyle tanımlamıştın işte.
Bir fabrika mı? Hayır, hayır bu çok saçma! Sadece Tanrı bu güzel tadı verebilirdi ona!
Fakat sen, ısrar ediyorsun. Saçma buluyorsun; ağzıma aldığım o minicik kısmın yutmadan bir saniye önce boğazımı sen gibi yakışını ve o muhteşem tadın beni; o çok sevdiğim, bir kelebeğin kanatlarının hafifliğini taşıyan minik öpücüklerin kadar ürpertişini.
Anlamaya çalışarak bakıyorsun gözlerime, nasıl bu kadar hayalci olduğumu.
Gülümsüyorsun, içinden kahkaha atarak. Zırvaladım yine.
Biliyorum. Hepsini biliyorum. Neler düşündüğünü. Ama sana engel olamıyorum.
Dudaklarına yaklaşıyorum.
"Bir kadeh daha?"

***

12 Nisan 2013 Cuma

"Kitab-ı Mukaddes'in boş sayfalarına yazılmış isim ve tarihler kadar barizdi." Kelimeleri anlamlarını çığlık atıyordu resmen.. Okunması gerekiyordu. Okunacaktı. Eline aldığında gözlerinin kayıverdiği o anlamsız gibi görünen fakat içinde dünya kadar anlam barındıran kelimeler, heceler, harfler.. Hepsi onun için yazılmıştı titrek ellerle ve boşuna değildi bunca çaba. Düşüncelerini allak bullak edecek, belki de hayatını değiştirecek olan bu yazıları okumakta direnmesi pek de haksız sayılmazdı. Uyarılmıştı önceden. Nedenini kendisi bile bilmese de, inanıyordu o yazıyı okumanın başına bir şeyler getireceğini -belki bir bela!- fakat gözleri ve elleri ona itaat etmiyorlardı. O uzaklaşmaya çalıştıkça elleri kağıda dokunmak için can atıyordu. Durdurmaya çalışıyordu onları, kızıyordu onlara. Sonra da gözleri kayıyordu o gizemli harflere. Okumak! Bu kadar zor olmamalı. Ne kaybedeceksin ki, aptal! İnanma onlara, sadece birkaç damla mürekkep bu işte!
Hayır olmaz.. Ellerini ve gözlerini itaat etmeye zorlamaya çalıştı..
-ONU AÇ VE OKU ARTIK!
Merak duygusu baskın geliyordu. Gelirdi de. Tehlikeli bir şeyler başlamaya başlamıştı.
Ellerine itaat etti.
Sonra gözlerine.
Ölümlü yazıyı okurken heyecandan hızlı hızlı çarpan kalbini boğazında hissediyordu.
Boğazında hissettiği tek şeyin o olmasını diledi sonra.

***